Geçtiğimiz Ekim ayında Yenidoğan Çetesi olarak adlandırılan ve yaşama tutunabilmek için yoğun bakım desteğine ihtiyaç duyan yenidoğan bebeklerin hayatı üzerinden devleti soyan bir çetenin varlığından haberdar olduk. İnsanı keşke sadece haberdar olsaydık ya da hiç olmasaydık dedirtecek şekilde bizi dehşete düşüren hikayelerini, konuşmalarını dinledik bağlantılarını gördük.
Bu sürece katılanlar, bebekleri çeteyle ilişkili hastanelere pay edenler, bebeklere gerekmeyen tıbbi işlemler yapanlar, tıbbi sorumluluklarını yerine getirmeyenler ve bu ölümlere neden olanlar yargı önüne çıkarılmalı ve cezalandırılmalıdır. Fakat meselenin yozlaşmış, insani değerlerini yitirmiş birkaç hekim ve sağlık çalışanından ibaret olmadığı da görülmelidir. AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm Programı adını verdiği zaman zaman da sağlıkta devrim yaptığını söylediği sağlığın piyasalaştırılması sisteminin beklenen sonuçlarını yaşadığımız bilinmelidir. Sistem çökmüş deyim yerindeyse her yerinden irin fışkırmaktadır. Bu korkunç olay ile ortaya çıkan durumun gerçek sorumlularının da açığa çıkarılması ve hesap esas olarak bunlardan sorulmalıdır
AKP’nin iktidara gelmesinden bir yıl sonra, 2003 yılında başlatılan Sağlıkta Dönüşüm Programı hastane kuyruklarını bitirme, yurttaşlara daha iyi sağlık hizmeti sunma, SSK-Emekli Sandığı ayrımına son verme vb. vaatlerle yola çıksa da asıl amacın sağlığı piyasaya açmak ve bu alanı neredeyse tamamen kamu hizmeti olmaktan çıkarıp sermayenin kar talanına teslim etmek olduğunu biliyoruz. Bu tarihten sonra genel sağlık sigortası finansman modeli adı altında SGK yani kamu özel sağlık sektöründen hizmet satın almaya başlaması sağlığın piyasaya açılmasının en kritik adımı olduğu söylenebilir. Bu şekilde birleştirilmiş olan SSK ve Emekli Sandığı ile Genel Sağlık Sigortası altındaki herkes yani tüm ülke sağlık sermayesinin insafına terk edildi. Hizmet alımı yoluyla SGK tarafından özel hastanelere kaynak aktarılması ve özel hastanelerde alınan fahiş ek ücretlerle sağlık sermayesi büyümeye, yatak sayısını artırmaya, yeni şubeler açarak zincir hastaneler olmaya başladı.
Sağlık sermayesinin bu hızlı ve ölçüsüz büyümesinde devletin SGK eliyle aktardığı kaynaklar, yurttaşların özel hastanelerde alenen soyulması ve yoğun sağlık emek sömürüsüyle birlikte usulsüzlükler, yolsuzluklar ve uygun olmayan tıbbi işlemler de örneğin gerekmediği halde yeni doğmuş bebeklerin yoğun bakıma alınması, burada uzun süre tutulması ve hayatını kaybetmesi de vardır. Her yerde olduğu gibi sağlık alanında sermayenin büyümesi, semirmesi, güçlenmesi kanla mümkün olmuştur.
Sağlık sermayesi için, yani özel sağlık sektörü için çocukların ne kadarının aşılandığının, dengeli ve sağlıklı beslenip beslenmediğinin ya da önlenebilir, erken tanıyla tedavi edilebilir kanserlerle ilgili ne tür önlemler alındığının önemi yoktur. Sermaye hasta olmanızı ve hastalığınızı tedavi etmek ister. Kanser olmanızı ve size pahalı teşhis yöntemleri, pahalı tedavi yöntemleri sunmak ister. Bunun için büyük “robotik cerrahi” reklamları verir ve bu sofistike teknolojinin sizi özel hissettireceğini vaaz eder.
Yoğun bakım yataklarında da durum pek farklı değildir. Bugün ülkemizde mevcut yoğun bakım yataklarının neredeyse yarısı özel hastanelerin elindedir. SGK da yoğun bakım hizmetini bu özel hastanelerden almaktadır. Özel hastanelerdeki yenidoğan yoğun bakım yatak sayısı ise kamudakinin iki katıdır. Bu kadar maliyetli, yüksek teknoloji ve yüksek nitelikli emek gerektiren servislere sahip olmanın gerekçesi ne olabilir? Bebekleri hayata döndürmek, 600 gramlık yeni doğanların hayata tutunmasını sağlamak için yanıp tutuşan kalpler mi?
Sağlık hizmetiyle örneğin inşaat arasında nasıl bir benzerlik var? Özellikle büyük inşaatlarda işin bölümü taşeronlara verilir. Bazen bir inşaatta onlarca taşeron olur. Bir taşeron başka bir taşerona iş verir ve alt taşeronlar oluşur. Hepsi kendisine iş verenden daha ucuza yapar işi ve nihayetinde zaten emeği sömürülen inşaat işçisi bu kez de taşeronların kar etmesi içini ekstra sömürülür. Artık özel hastaneler de böyle çalışıyor. Örneğin genel cerrahi birimini bir şirkete veriyor. Bu kişi hekim olabilir ya da olmayabilir. Şirketinde (genel cerrahi bölümünde) başka cerrahlar ve hekimler çalıştırıyor, hasta burayı hastanenin sanıyor, ameliyat oluyor, yatıyor. Hastane sahibi olası hukuki birçok sorundan daha başından kurtuluyor, sadece bir kişiyle hizmet alım anlaşması yapıp fatura kesiyor. Doktorun maaşıymış, özlük hakkıymış uğraşmıyor. Bir hastanenin birçok bölümü bu şekilde taşerona verilerek çalıştırılıyor. Evet, tahmin ettiniz. Yenidoğan bakım üniteleri de.
Bu sadece özel hastanelerde işleyen bir süreç değil. Devlet hastanelerinde de örneğin radyoloji birimi bir şirkete veriliyor. MR makinalarının BT makinalarının hiç boş kalmamasının bir sebebi de bu. Makinasını hastaneye koyan şirket “makineye verdiğim parayı faize yatırsaydım şu kadar, altına yatırsaydım bu kadar gelir gelirdi” hesabıyla fiyat belirleyip fatura kesiyor devlete.
Aile hekimleri bu yazının yazıldığı günlerde 5 günlük bir greve gitmişti. Orada da mesele aynı; para, sermaye, kar. AKP iktidarı eliyle sağlık ocağı fonksiyonları, koruyucu hekimlik faaliyetleri budanarak birer işletme haline getirilen, aile sağlığı merkezinin kirasını, merkezde çalışan personelin maaşını ödeyen aile hekimine bir de performans adı altında şu ilacı yazarsan maaşını keserim, bu işi şöyle yapmazsan maaşını keserim tehditleri içeren, yeni yayınlanan bir yönetmeliğe karşı yapılan bu grev de bugünden çok yarını yani daha büyük tehlikeyi işaret ediyor; birinci basamak sağlık hizmetlerinin de şirketlere, sermayeye devredilmesi.
Türkiye söz konusu olduğunda bir sağlık sermayesi oluşturulması, bunun çoğu öznesinin tarikatlar olması şaşırtıcı olmuyor. Bununla paralel olarak bilim dışı ya da arkaik tedavi yöntemlerinin bu ortamda üremesi de kaçınılmaz hale geliyor.
Türkiye’de sağlık düzeniyle, sermayenin büyümesi daha fazla kar etmesi için insan yaşamının hiçe sayılmasıyla, bunun AKP’nin beceriksizliği ya da aç gözlülüğünden değil Türkiye burjuvazisinin bir tercihi olduğuna ilişkin yazacak ve söyleyecek çok şey var. İnsan yaşamının kutsallığını, insan onurunu her daim en başa koyacağız. Bunların sistemden kaynaklandığını bileceğiz ama bu mekanizmanın karşımıza çıkardığı her pislikle ertelemeden kavga etmeye devam edeceğiz.